Ürün Özellikleri
Will keskin bıçağın taşıyıcısıdır. Şimdiki görevi, ölen babasının son isteğini yerine getirmek, yani bıçağı Lord Asriel’e ulaştırmaktır.
Ancak Lyra ortadan kaybolmuşken, Lord Asriel’i aramaya nasıl gidecektir? Etrafını kuşatmış sayısız entrikanın iç yüzünü yalnızca Lyra’nın yardımıyla görebilir. Bu arada pek çok dünyanın içinde yer aldığı iki büyük güç, şimdiye kadarki en korkunç savaş için saf oluşturmaktadır. Will Lyra’yı bulmaya mecburdur, çünkü böylelikle ölüler dünyasından bile birlikte geçecekleri kaçınılmaz bir yolculuğa çıkacak ve kendi savaşlarını vereceklerdir.
Karanlık Cevher Dizisi’nin son kitabı
Kehribar Dürbün baştan sona müthiş bir macera sunuyor.
“...macera, felsefe, mit, dinle harmanlanmış ve kuantum fiziğiyle zenginleştirilmiş heyecan verici ve şiirsel bir roman...“
Guardian
“Tolkien ve C. S. Lewis, kenara çekilin. Philip Pullman olağanüstü olan kozmolojik gövde gösterisini tamamladı... parmak ısırtan bir hayal gücü ustalığı...“
Daily Telegraph
Ah kudretini anlat, inayetini söyle,
Cüppesi ışıktan, çatısı uzaydan olanın
Gazap arabası gür gökgürültülü bulutlar yapar,
Ve karanlıktır yolu fırtınanın kanatlarında.
Robert Grant, Eski ve Çağdaş İlahiler.
Ey yıldızlar,
Siz değil misiniz, âşığın yüzünü görme arzusunu
doğuran maşuğun? Onun saf hatlarına dair gizli kavrayışı
gelmiyor mu takımyıldızların saflığından?
Rainer Maria Rilke, Üçüncü Duino Ağıdı.
Rainer Maria Rilke’den Seçme Şiirler.
Canlıları her ne yapıyorsa, ince dumanlar kaçar ondan.
Gece soğuk, narin ve meleklerle dolu
Yaşayanların üzerine çöken. Fabrikaların hepsi aydınlık,
Sürüyor çınlama işitilmeden.
Ne kadar uzakta olsak da, bir aradayız hep birden.
John Ashbery, Rahip. Irmak ve Dağ’dan.
Büyülü Uyku 1
... derin mağaralardan gelen yaratıklar, uyuyan kıza baktılar...
William Blake
Ormangülü fundalıklarının gölgelediği bir vadide, karın başladığı yerin yakınında, erimiş kar sularının süt beyazı çalkalandığı ve devasa çamların arasında kumruların, ketenkuşlarının uçuştuğu yerde, yukarıda sarp kayalıklar ve aşağıda kıpırtısız, ağır yapraklarca yarı gizlenmiş bir mağara vardı.
Orman seslerle doluydu: kayaların arasında akan dere, çam dallarındaki iğne yaprakların içinden esen rüzgar, böceklerin çıtırtıları, küçük orman memelilerinin bağırışları, kuş cıvıltıları... Zaman zaman güçlü bir esintiyle sedir ya da köknar dalları birbirine sürtünüyor, çello gibi inliyordu.
Her daim parlak ve benek benek güneş ışığı ile dolu olan bir yerdi limoni altın sarısı ışınlar, kahverengi-yeşil gölgelerin arasından orman zeminine düşüyordu ve ışık asla durağan, asla değişmez değildi, çünkü ağaç tepelerinin arasından sık sık sis bulutları süzülüyor, gün ışığını süzerek sedef parıltısına dönüştürüyor, çam kozalaklarını bir nem tabakası ile kaplıyor, sis kalktığında da ışıldamalarını sağlıyordu. Bazen bulutlar yoğunlaşıyor, yarı sis, yarı yağmurdan oluşan minik damlalara dönüşüyor, damlalar düşmek yerine aşağı süzülüyor ve milyonlarca iğne yaprak arasından usulca, hışır hışır, pıtır pıtır yağıyordu.
Dereyi takip eden dar patika, vadinin eteklerindeki -birbirine sokulmuş çoban kulübelerinden ibaret olan- köyden vadinin tepesinden sarkan buzulun yakınındaki yarı yıkık mabede gidiyordu. Yüksek dağların kesintisiz rüzgarlarında solmuş ipek bayrakların dalgalandığı, dindar köylülerin arpa ekmekleri ve kuru çaylarla adak adadığı bir yer. Işığın tuhaf etkisi, buz ve buhar, vadinin başına daimi gökkuşakları sarıyordu.
Mağara patikanın biraz yukarısındaydı. Seneler önce burada kutsal bir adam yaşamış, tefekküre dalmış, oruç tutmuş, dua etmişti ve, onun anısına, mağara kutsal sayılıyordu. Mağaranın derinliği dokuz metre kadardı ve zemini kuruydu: Bir ayı ya da kurt için kusursuz bir indi, ama senelerdir içinde kuşlarla yarasalardan başka hiçbir şey yaşamamıştı.
Ama girişe çömelip sivri kulaklarını dikmiş, kara gözleriyle sağı solu tarayan şekil ne kuştu ne de yarasa. Güneş altın rengi, parlak kürkünü ışıl ışıl aydınlatırken, o bir çam kozalağını evirip çeviriyor, ince parmaklarıyla pulları kırıyor, tatlı çam fıstıklarını ayıklıyordu.
Arkasında, güneş ışığının uzandığı sınırın hemen arkasında, Mrs. Coulter neft sobasının üzerindeki küçük tencerede su ısıtıyordu. Cini uyarırcasına mırıldandı ve Mrs. Coulter başını kaldırdı.
Ormandaki patikadan, köylü bir kız yaklaşıyordu. Mrs. Coulter onun kim olduğunu biliyordu: Ama günlerdir ona yemek getiriyordu. Mrs. Coulter buraya ilk geldiğinde, tefekkür ve dua için burayı seçmiş, erkeklerle konuşmamaya yeminli, kutsal bir kadın olduğunu açıklamıştı. Ziyaretlerini kabul ettiği tek kişi Ama’ydı.
Fakat bu sefer kız yalnız değildi. Babası da yanındaydı. Kız mağaraya doğru tırmanmaya devam ederken adam biraz uzakta bekledi.
Ama mağaranın girişine geldi ve eğildi.
“Babam hoşgörünüz için dualarını gönderdi,“ dedi.
“Selamlar çocuğum,“ dedi Mrs. Coulter.
Kız elindeki solgun pamuklulara sarılmış bohçayı Mrs. Coulter’ın ayaklarının dibine bıraktı. Sonra, pamuk ipliğiyle bağladığı yaklaşık bir düzine gelincikten oluşan küçük çiçek demetini uzattı ve endişeli bir sesle, çabuk çabuk konuşmaya başladı. Mrs. Coulter bu dağ köylülerinin dilini biraz anlıyordu, fakat ne kadarını anladığını belli etmek olmazdı. Bu yüzden gülümsedi, kıza dudaklarını kapayıp iki cini izlemesini işaret etti. Altın maymun küçük siyah elini uzatmıştı. Ama’nın kelebek cini kanat çırparak ona yaklaştı, yaklaştı ve kemiksi işaret parmağına kondu.
Maymun onu yavaşça kulağına götürdü ve Mrs. Coulter zihnine, kızın sözlerini açıklığa kavuşturan minik bir kavrayış selinin aktığını hissetti. Köylüler onun gibi kutsal bir kadının mağaraya sığınmasından dolayı mutluydu, ama söylentilere göre yanında güçlü ve tehlikeli biri daha vardı.
Köylüleri korkutan buydu. Bu diğer varlık Mrs. Coulter’ın efendisi miydi, yoksa hizmetkârı mı? İnsanlara zarar vermeyi düşünüyor muydu? Neden gelmişti oraya? Çok kalacaklar mıydı? Ama bu soruları bin ayrı kuruntuyla aktardı.
Cinin kavrayışı kendi zihnine akarken, Mrs. Coulter’ın aklına yeni bir yanıt geldi. Gerçeği söyleyebilirdi. Doğal olarak, hepsini değil, yalnızca bir kısmını. Fikir aklına gelince minik bir kahkaha atma dürtüsü hissetti, fakat açıklama yaparken bunu sesine yansıtmadı:
“Evet, yanımda biri daha var. Fakat korkacak bir şey yok. O benim kızım ve devamlı uyumasına sebep olan bir sihrin etkisinde. Ona sihir yapan büyücüden saklanmak için buraya geldik. Ben onu tedavi ediyorum ve tehlikeden koruyorum. İstersen gel ve gör.“
Mrs. Coulter’ın yumuşak sesi Ama’yı biraz yatıştırmıştı, fakat hâlâ biraz korkuyordu büyücülerden ve sihirlerden bahsetmek, hissettiği huşu duygusunu artırmıştı. Ancak, altın maymun, kelebek cinini öylesine nazikçe tutuyordu ve kendisi de öyle meraklanmıştı ki, Mrs. Coulter’ın peşinden mağaraya girdi.
Aşağıdaki patikada bekleyen babası mağaraya doğru bir adım attı ve karga cini kanatlarını bir iki kez kaldırdı, fakat adam olduğu yerde kaldı.
Gün ışığı hızla solmakta olduğundan Mrs. Coulter bir mum yaktı ve Ama’yı mağaranın arkasına götürdü. Loş ışıkta, küçük kızın iri iri açılmış gözleri parıldıyordu. Kafa karıştırıcı kötü ruhları uzak tutmak için elleri devamlı aynı jesti yapıyor, parmağını başparmağına dokundurup duruyordu.
“Gördün mü?“ dedi Mrs. Coulter. “Kimseye zarar veremez. Korkacak hiçbir şey yok.“
Ama uyku tulumunun içindeki şekle baktı. Kendisinden yaklaşık üç dört yaş büyük bir kızdı ve saçları Ama’nın hiç görmediği bir renkteydi -aslan yelesi gibi bir sarımsı kahverengi. Dudaklarını sıkı sıkı kapamıştı ve derin uykudaydı, buna kuşku yoktu, çünkü kızın boynunda kıvrılmış olan cini kendinde değildi. Cin gelinciğe benziyordu, ama kızıl-altın renkte ve daha küçüktü. Altın maymun uyuyan cinin kulaklarının arasını sevecenlikle okşuyordu. Ama bakarken gelinciğe benzeyen yaratık huzursuzca kıpırdandı ve boğuk, küçük bir miyavlama kopardı. Ama’nın fare şeklini almış cini Ama’nın boynuna yaslandı ve korkuyla saçlarının arasından baktı.
“Babana gördüklerini anlatabilirsin,“ diye devam etti Mrs. Coulter. “Kötü ruh yok. Yalnızca, bir sihrin etkisi altında uyuyan, benim gözetimimdeki kızım var. Lütfen Ama, babana bunun sır olarak kalması gerektiğini söyle. Lyra’nın burada olduğunu ikinizden başka kimse bilmemeli. Büyücü onun nerede olduğunu öğrenirse bizi bulur ve onu, beni ve yakındaki herkesi yok eder. Bu yüzden, sakın konuşmayın! Babana söyle, ama başka kimseye söyleme.“
Lyra’nın yanında diz çöktü ve nemli saçlarını uyuyan yüzünden geriye sıvazladı, sonra eğilip kızının yanağını öptü. Başını kaldırıp hüzünlü, sevgi dolu gözlerle Ama’ya baktı ve öylesine cesur bir sevecenlikle gülümsedi ki, küçük kız gözlerinin yaşlarla dolduğunu hissetti.
Mağaranın girişine dönerlerken Mrs. Coulter, Ama’nın elini tuttu ve kızın babasının aşağıda endişe içinde mağarayı gözlemekte olduğunu gördü. Kadın ellerini bir araya getirdi ve adama eğildi. Ama, Mrs. Coulter’a ve sihir altında uyuyan kıza eğildikten sonra dönüp, alacakaranlığa boğulmuş yamacı inerken, adam da rahatlayarak Mrs. Coulter’ın selamına karşılık verdi. Baba kız son bir kez mağaraya dönüp eğildikten sonra patikadan aşağı inmeye başladılar ve sık ormangülü fundalıklarının arasındaki loşlukta gözden kayboldular.
Mrs. Coulter sobanın üzerinde ısınmakta olan suya döndü. Kaynamak üzereydi.
Çömelerek, suyun içine iki tutam bu torbadan, bir tutam diğerinden ekledi, bazı kuru yapraklar ufaladı ve üç damla açık sarı yağ koydu. Suyu karıştırdı ve içinden sayarak beş dakika geçmesini bekledi. Sonra tencereyi sobanın üzerinden aldı ve oturup sıvının soğumasını bekledi.
Çevresine, Sir Charles Latrom’un öldüğü mavi gölün kıyısındaki kamptan alınmış bazı eşyalar saçılmıştı: bir uyku tulumu, yedek kıyafetlerin ve banyo malzemelerinin bulunduğu bir sırt çantası, vesaire. Ayrıca, çadır bezinden, sert tahta çerçeveli bir bavul vardı. Bavulun içi kapok astarlıydı ve içinde muhtelif aletler vardı bir de, kılıfı içinde bir tabanca.
Seyrek havada karışım hemen soğudu. Vücut ısısına iner inmez, Mrs. Coulter sıvıyı dikkatle metal bir bardağa doldurup mağaranın arkasına taşıdı. Maymun elindeki çam kozalağını bırakıp onunla geldi.
Mrs. Coulter bardağı dikkatle alçak bir kayanın üzerine koydu ve uyuyan Lyra’nın yanında diz çöktü. Altın maymun, uyanırsa Pantalaimon’u yakalamaya hazır bir şekilde diğer yanda çömeldi.
Lyra’nın saçları nemliydi ve kapalı gözkapaklarının altında gözleri hareket ediyordu. Kıpırdanmaya başlamıştı: Mrs. Coulter onu öperken kirpiklerinin titreştiğini hissetmişti ve Lyra’nın tamamen uyanmasına az kaldığını anlamıştı.
Elini kızın başının altına kaydırdı ve diğer eliyle alnındaki nemli saç tutamlarını sıyırdı. Lyra’nın dudakları aralandı ve kız hafifçe inledi Pantalaimon göğsüne biraz daha sokuldu. Altın maymun gözlerini Lyra’nın cininden asla ayırmıyordu ve küçük kara parmakları uyku tulumunun kenarında seyiriyordu.
Mrs. Coulter’ın bir bakışı üzerine elini çekti ve azıcık geriledi. Kadın kızını, omuzları yerden kalkıp başı arkaya devrilecek şekilde hafifçe kaldırdı. Lyra nefesini tuttu, gözkapakları titreşerek zorlukla aralandı.
“Roger,“ diye mırıldandı. “Roger... neredesin... göremiyorum...“
“Şş,“ diye fısıldadı annesi, “sus hayatım, bunu iç.“
Bardağı Lyra’nın ağzına götürdü ve bir damlanın kızın dudaklarını ıslatmasına izin verdi. Lyra’nın dili bunu hissetti ve damlayı yaladı. Sonra Mrs. Coulter Lyra’nın ağzına sıvıdan biraz daha damlattı büyük bir dikkatle ve daha fazlasını dökmeden önce kızın bir önceki yudumu yutmasını bekledi.
Bu dakikalarca sürdü, ama sonunda bardak boşaldı ve Mrs. Coulter kızını yatırdı. Lyra’nın başı yere değer değmez Pantalaimon tekrar kızın boynundaki yerine döndü. Onun kızıl-altın kürkü de Lyra’nın saçları kadar nemliydi. İkisi yine derin bir uykuya dalmışlardı.
Altın maymun hafif adımlarla mağaranın ağzına döndü ve bir kez daha patikayı gözlemeye başladı. Mrs. Coulter soğuk su dolu bir çanağa bir bez batırdı ve Lyra’nın yüzünü sildi, sonra uyku tulumunu açıp kızın kollarını, boynunu ve omuzlarını temizledi, çünkü Lyra sıcaklamıştı. Sonra bir tarak çıkardı ve Lyra’nın dolaşık saçlarını nazikçe açtı, alnından arkaya doğru götürerek düzgünce ayırdı.
Kız serinlesin diye uyku tulumunu açık bıraktı ve Ama’nın getirdiği bohçayı açtı: birkaç pide, bir kalıp sıkıştırılmış çay yaprağı, büyük bir yaprağa sarılmış yapış yapış pirinç. Ateş yakma zamanı gelmişti. Geceleyin dağların soğuk havası daha da sertleşirdi. Yöntemli bir şekilde çalışarak biraz kuru çıra kesti, odunları hazırladı ve bir kibrit çaktı. Bu da düşünülmesi gereken şeylerden biriydi: Kibritleri tükeniyordu, sobayı yakmakta kullandığı neft de öyle bundan sonra ateşi gece gündüz yanık bırakmak zorunda kalacaktı.
Cini huzursuzdu. Mrs. Coulter’ın burada, mağarada yaptığı şeyden hoşlanmıyordu. Endişesini ifade etmeye çalıştığında Mrs. Coulter onu başından savmıştı. Cin üzerinden nefret akarak sırtını döndü ve çam kozalağından kopardığı pulları karanlığa fırlattı. Mrs. Coulter ona aldırış etmedi, düzenli ve becerikli bir biçimde çalışarak ateşi canlandırdıktan sonra tencereye çay suyu doldurup sobaya oturttu.
Yine de, cinin kuşkuculuğundan etkilenmişti. Koyu gri çay kalıbını suya ufalarken, burada ne işinin olduğunu, yaptığı şeyin delilik olup olmadığını ve, tekrar tekrar, kilise öğrenirse ne olacağını düşündü. Altın maymun haklıydı. Burada yalnızca Lyra’yı saklamıyordu: Kendi gözlerini de kaçırıyordu.
Küçük oğlan karanlıktan çıkarak, hem umutlu hem korkmuş bir halde, tekrar tekrar fısıldadı:
“Lyra... Lyra... Lyra...“
Arkasında, ondan daha gölgeli, ondan daha sessiz, başka şekiller vardı. Aynı gruptan ve aynı türden gibiydiler, ama yüzleri görünmüyordu ve sesleri çıkmıyordu ve oğlan sesini asla bir fısıltıdan öteye yükseltmiyordu. Yüzü, yarı unutulmuş bir şey gibi gölgeli ve bulanıktı.
“Lyra... Lyra...“
Neredeydiler?
Demir karası gökyüzünde hiçbir ışığın parlamadığı, sisin her yönde ufku gizlediği, büyük bir ovada. Zemin çıplak topraktı, tüyden de hafif milyonlarca ayağın baskısıyla ezilmiş, dümdüz olmuştu demek ki toprağı ezen zamandı, ama bu yerde zaman da durmuştu öyleyse olağan hali buydu. Burası her yerin sonu, tüm dünyaların sonuncusuydu.
“Lyra...“
Neden oradaydılar?
Hapsedilmişlerdi. Biri suç işlemişti, ama suçun ne olduğunu, kimin işlediğini, hangi otorite tarafından yargılanacağını kimse bilmiyordu.
Küçük oğlan neden Lyra’nın adını seslenip duruyordu? Umut.
Onlar kimdiler? Hayaletler. Ve Lyra, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, onlara dokunamıyordu. Şaşkın elleri içlerinden geçip gidiyordu ve küçük çocuk orada durmuş, yalvarıyordu.
“Roger,“ dedi, ama sesi bir fısıltı olarak çıktı, “ah, Roger, neredesin? Burası neresi?“
“Ölüler dünyası Lyra,“ dedi çocuk. “Ne yapacağımı bilmiyorum -burada sonsuza dek mi kalacağım, kötü bir şey falan mı yaptım, hiçbirini bilmiyorum, çünkü iyi olmaya çalıştım, ama ondan nefret ediyorum, ondan korkuyorum, nefret ediyorum...“
Ve Lyra dedi ki, “Bizi...
(Tanıtım Yazısından)